4 Ocak 2018 Perşembe

Sesleniş

Newton'un üçüncü yasası der ki: "Her etkiye karşılık, her zaman eşit fakat zıt yönlü bir tepki vardır."

Yaptığımız her hareketten, verdiğimiz her sözden, söylediğimiz her yalandan sorumluyuz ve bu sadece bizi değil çevremizi de etkileyen bir etki-tepki ilişkisi. Evren anormal durumlar karşısında mükemmel uyum mekanizmasını çalıştırmaya başlıyor siz farkında olmadan. Zarar verdiğiniz ölçüde zarar görüyor, iyi olduğunuz ölçüde iyilik buluyorsunuz. Kabul etmek istemeseniz de varolduğunuz evren yarattığınız her etkinin olası tepkilerini hazırlayarak uygun gördüğü zamanda sizinle buluşturuyor. Çünkü evren dengeyi sever. Denge varoluşunu sağlar ve dengesizlikler eşit tepki ile cevaplandırılır. Bilimsel olarak evrenin balans ayarı adil bir şekilde işler.

Spiritüel olarak ise bilimle paralel bir bakış açısı vardır: Umut verip, güven aşılayıp yarı yolda bıraktığın bir insanın hakkını iki dünyada da ödeyemezsin. İnanmadığın bir şeyi yapmamalı ve inanarak yaptığın bir şeyde de olur ya dengeni kaybetsen de ihanet etmemelisin. Bütün hayatlar birbiriyle bağlantılıdır ve sen kendin başta olmak üzere kimseye zarar vermemelisin. Çünkü yaptığın her şeyin doğru ve adil olmasıyla orantılı olarak yaşadığın süreç içerisinde iyi ya da kötü ödeyeceğin bir bedeli var. Benim inancım adil ol der. Her canlıya karşı adil ol.

O yüzden hak etmediğiniz şeylere maruz kaldığınızda ya da size kötülük yapıldığında, umutlarınızla kiralıkmış gibi oynandığında bu anormali karşısında evrenin ya da inancınız ne ise onun dengeyi sağlamak için tepki hazırladığını asla unutmayın. İnsan vicdan denilen bir giysi ile yaratılmıştır. Vicdanının sesine kulak vermeyip dünyada sadece kendisi varmış gibi yaşayan ve yaptıklarının sorumluluğunu almayanlar eşit ve zıt bir bedelle hayatlarının bir döneminde karşılaşacaklardır ve karşılaşıyorlar da...

20 Ekim 2013 Pazar

Patetik Portre




Salt serotonin miydi aşk yoksa frontal devrelerdeki kompleks bir alevlenme mi bilmiyorum ama nefes kestiğini biliyorum. İştah azalttığını, yüz kızarttığını, dikkat dağıttığını, aptal aptal gülümsettiğini, el titrettiğini, göz kararttığını, sabır zorladığını biliyorum.

İlk görüşte olduğuna pek inanmam ben. Çünkü varoluşunun en yegane temeli yaşanmışlıklar olmalı ve onlara prefrontal korteksin atfettikleri. Sonra hatlar karışmaya başlar ve kimlik bölünür. Sanki bir parçanız birine emanet verilmiş de yerine ondan bir parça alınmış gibi. İpotek gibidir bazen, teslim oluşları da içerir. Gözünüzden sakındığınız şey aslında en kırılgan parçanız halini alır da o aslında size ait bile değildir.

Boş bir hayata anlam katabilir, havada kalan birçok yanınızın yerine oturmasını sağlayabilir. Hem çocuklaştırıp hem olgunlaştıran, hem darmaduman edip hem mutluluktan göklere çıkaran başka ne vardır ki yeryüzünde? Biri içinizde hem havai fişekler patlatıp hem alabildiğine bıçaklayabilir mi iç organlarınızı? Mümkün müdür hem alayına isyan, hem hipervijilans? Ağaca, çiçeğe gülümsemek; kafanı daha düne kadar karıştıran sorunlara koy götüne diyebilmek nasıl bir fizyolojinin ürünüdür? Öyle bir illet ki, birlikte yaşamaya mahkum bir parazit gibi göğsünüzün orta hattının 1/3 sağında. Ne simultane vurmakta kalbinizle, ne de özgürlüğünü ilan etmekte. Canınıza tatlı tatlı okumakta her daim.

Çoğu kişi aradığı aşkı bulamayıp, o duyguyu yakalayamadan geçen bir hayatın temelsizliğini itiraf edemeden kendi sessizliğine çekiliyor. Geri kalan çoğu, diğer yarılarına birkaç beden ya da birkaç şehir geç kalıyor. Kimileri ise tam yerinde ve zamanında aşkı bulup, hayatlarının son eksik puzzle parçasını da tamamlayacak kadar şanslı.

Eğer ciğerlerini bir tek onun kokusu doldursun istediğin bir ten çıktıysa karşına, onun kokusunu sana taşımayan her nefesin eksik geliyorsa ciğerlerine, eğer ona yakınken kendi varlığından milyonlarca ışık yılı uzaktaymışsın gibi hissediyorsan; bedenlerinizin son sinirine, kanlarınızın ritmine, yaradılışlarınızın son titreşimine varıncaya kadar aşıksanız; yani demek istediğim, o denli şanslıysanız, kaşık pozisyonunda yatın kalkın ve kalbine bir çöp(m)adam bile çizemeyenler için sahip olduğunuz şeyin değerini bilin.

Bahtsızlık diye doğuştan gelen sinir bozucu bir hastalığı olanlar, günlerini bacasından sigara dumanı tüten bir evde o gün hangi eski 45'liği dinleyeceklerini, şehirlerin akrabalık ilişkilerini ve cinsiyetlerini, herkes bir renk olsaydı hangi renk olacaklarını düşünüp, çaylarının olmayan şekerini karıştırarak geçirmeye devam edecekler.

4 Ekim 2013 Cuma

Aslında bir konu var.



Diyorum ki, keşke insanların görüntüleri kişiliklerine göre şekillenebilseydi. Öyle ya, her bebek doğduğunda en güzellerin güzelidir, zaman içinde eğer iki yüzlü olarak yetiştirilecekse ikinci bir kafası daha çıkabilseydi omzunun üzerinden, kalbi ne kadar kötüyse o kadar kırmızı olabilseydi gözleri mesela, ya da ne kadar çıkar sahibiyse o kadar buruşabilseydi dudakları. O zaman yüzü güzel, içi çirkin - içi güzel, yüzü çirkinlerin eşitliği daha adil olmaz mıydı?

Biz aldanır mıydık o zaman? Ya da çirkinleşeceğimizi bile bile kötü kalpli olmayı tercih eder miydik? Tüm bunlar sana "çocukça" mı geliyor? İyi zaten ben küçüklüğüme, güllerin önemsendiği, yıldızların gülümsediği, koyunların evcilleştirildiği Küçük Prens’li gezegen imgeme geri dönmek istiyorum. Çünkü dünya bugün çok kirli. İnsanlar radarı geçince hızlanan araba piçliğindeler. Burada kimseyi sevemiyorum. İzin verilmiyor.

Hala yaptığım şeyleri inkar etmek konusunda onların becerilerine erişemedim. Vazoyu kıran çocuğun suçunu gözlerinden anlamaz mısın? Ben hala o gözlere sahibim. Kötülükler ve inatlaşmalar gözümün önünde onlara ne kadar mutluluk getirirse getirsin, ben mutsuzluklarımın temizliğiyle övüneceğim.

Belki bundan yıllar sonra bile dünyanın kirliliğinden bahsediyor olacağım, aynı şeyleri tekrarlayarak ölüp gideceğim ama arkamdan titreyen dudaklarıyla "Ne iyi insandı" diyecekler.

Biliyorum, öyle diyecekler.

11 Eylül 2013 Çarşamba

Oriah Mountain Dreamer

Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Neyi özlediğini, kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum. Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum. Ay'ının etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor. Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığını, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum. Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek istiyorum. Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum.

Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum. Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum. Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum. Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını; bir gölün kenarında durup gümüş ay'a "evet!" diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.

Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğu beni ilgilendirmiyor. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum. Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor. Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum. Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor. Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum. Kendinle yalnız kalıp kalamadığını ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden kendini gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum.

1 Mart 2013 Cuma

Samimi olduğumuz Benjamin'lere "ben" deriz.

Kendimi bu kadar sevmesem insanlardan yine bu kadar nefret eder miydim bilmiyorum. Dışardan bakıldığı zaman gayet itici duran bu egoistlik aslında herkesin içindeki smokinli düğün çocuğudur. Hem iticidir hem de kendi mutluluğu söz konusu olduğu için umursamaz. Hayatım boyunca nefret ettiğim o smokinli  çocukla kanka olduğum günlerdeyim. Bi tanısanız siz de çok eğlenirdiniz aslında ama sizin usturup müfredatınız bu tür insanları içermiyordu. Neyse çok değişik bir şeyler olursa ben size anlatırım, sizi muhattap etmem. Oğlanı şimdilik piste alalım, oynayadursun. Biz abilerle bi şey konuşcaz.

Ben, hepsinden önce iyi bir insan olduğumu düşünüyorum. Yani insani duygularım iyidir. Sümüklü çocuklara kıyamam, çaresiz anne-babalara üzülürüm, gönlü bol eli dar olanları görür ağlarım. Bir peygamber gibi mucizelerim yok, vaad edemediğim için ağlarım. İnsan olarak iyiyim de iyilik başarı getirmiyor işte, o konuda biraz şeyim. Evlat-sevgili-kardeş-arkadaş rollerimin her biri bana bu vasfı yükleyenler tarafından tatmin edici olmadı. Her zaman bir şeyleri biraz daha zorlamam gerekir gibi geldi onlara. Benim olmuşluğum için değil, onların tatminleri için. Hiç olmadım...

İlkokuldan itibaren yapılabilecek en sosyal işlere itildim. 23 nisan şiirinden sınavlarla girilen çeşitli eğitimlere kadar hepsini denedim, kazandım da. Hepsine gittim, hepsini yarım bıraktım. Bana verileceklere karşılık benden istenen sadece disiplindi. Canım istemedi, olmadım. Ben sıkıya gelmeyi hiç beceremem. Babam da bu durumdan pek memnun sayılmaz ama bi bok olamadığımı da gördüğü için üstüme gelmiyor galiba. Bilemiyorum... Bu arada ben geçen gün bi adama "bilemiyorum" dedim "bilme zaten hiçbir şey bilme sen" dedi, bunun da ne demek olduğunu bilmiyorum mesela. Sonsuz tatminsizlik yaşatmakta bir numarayım since 1990'dan beri?!?!

Ben bir türlü kendime üzülemiyorum örneğin. Sadece kızıyorum hem de çok! Olmadı karşımdakine kızıyorum ama laf anlatmayı da sevmiyorum. Herkes kendisi anlasın istiyorum, anlamazsa ikimizin hayatını da rahat bıraksın istiyorum. Sonsuz bir huzur var mıdır bilmiyorum ama daha az konuşup daha çok anlaşarak kafalarımızı daha güzel koruyacağımızı düşünüyorum. Seviyesiz olmaya da bayılıyorum ayrıca. Kendi seviyesinin farkında olarak seviyesizleştiğini bilen insanın mutluluğuna bir gün teşne olmanızı dilerim. İnanın siz de seviyesizliğin tadını aldıktan sonra bunu bir pazar kahvaltısı gibi seremoniyle yapacaksınız. Ama ertesi günün pazartesi olduğunu da kahvenizin en güzel yudumunda hatırlamalısınız. Acı var Rocky, acı hep var!

Ben işte tamamlanamıyorum. İnsanlara yaşattığım o sonsuz tatminsizlik duygusunun sebebi de yine kendimin hayata olan tatminsizliğidir. Bir gün her şey tamam olursa buharlaşıp uçacakmışım gibi geliyor. Hepsinin toplamında çıkan eksiklikler benim mutluluğum işte. Yaptığım her hırslı hamle birilerini aldatmak sayılıyor. Bu sebepten düzeni de haketmiyorum...değil de istemiyorum...ya da zor geliyor...bilemiyorum.

Ben kendimi çok seviyorum ama ben olsam kendini benim kadar seven birini hayatta sevmem. O da bir "ben", fakat 'kendim' olamayacak kadar uzakta artık.

20 Ekim 2012 Cumartesi

Mesele yalnız kalmak değil...

Biri vardı, ebleğe kaçan saflığını çok severdim. Duraksamalarını, pişman oluşlarını, içi içini yiyişlerini, düşünürken kaşlarının yüzüne bir garip düşüşünü. Onu yastığıma sarmak, rüyalarıma kopyalamak isterdim. Güzeldi de, enteresan şeyler oldu, ocakta yemek bırakmış gibi apar topar kalkıp gittik birbirimizden. Nitelikli sevinçler arıyorduk belki, avam mutluluklar değil de. Zor oldu. İçimden parça
lar kopmuş gibi hissettim uzun bir süre. Sonra basamaklar sildim zorlukların merdivenlerinden. Kafamdaki soru işaretlerini banyodaki dolabın üzerinde sessiz ve kararlı duran yumuşatıcıyla besledim. Avuçlarımın sıcaklığını başka bir elde aramaktan vazgeçtim. O günden beri: hayattaki ince çizgilerin varlığına, çöp kutusundan fırlayan kedilere, karmaşık yemeklere ve Fenerbahçe'ye duyduğum nefretleri toplayıp içimde sevgiye çevirip sunabildiğim, yani demek istediğim; -o kadar- yoğun sevdiğim kimse olamıyor. "Hep" aynı, "hiç" değişmiyor.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Zeferin mağlubiyeti...



Şu ayrılık durumlarında eğlenceli olan şey, insanların kendilerini yeni baştan kurmaları olsa gerek o hararetle. "Ben şöyle biriyim", "böyle bir insanım", "hayatı şöyle yaşarım", "şunları beklerim", "bunları umarım". Hafiften külhanbeyi, "umurumda değil" kesmeler, şairane ama sözde en dürüst hallerle süslenmiş heyheyleşmeler. Yüz farklı manaya çekilebilecek son cümleler; işte budur benim benliğim. Filadelfiya filmindeki Tom Hanks tiradı misali, bir de Maria Callas Fona. En güzeli neden en sona saklanır ki? İşler yolundayken de keyif almalı bu ruh dökümlerinden. Ama sanırım işler yolundayken ruha pek gerek yok, ten ve oradalık kafi. Her şeyin tersine ve bazen düzüne ama her ne olursa olsun sanki olmadığı anda bile olduğu ve olduğundaysa, "böyle olmamalı"nın gaspına uğradığı bu uygarlık arenasında yenilgi ve zafer iç içe giriyor ve kaçınılmaz olan her seferinde tekrardan kaçınılmaz olup bir şey olmaya başlıyordu. - Karalamış oldum sanırım. Sigaranın ruhuna bir el fatiha ve "bat paris, bat!" diyelim öyleyse.