20 Ekim 2012 Cumartesi

Mesele yalnız kalmak değil...

Biri vardı, ebleğe kaçan saflığını çok severdim. Duraksamalarını, pişman oluşlarını, içi içini yiyişlerini, düşünürken kaşlarının yüzüne bir garip düşüşünü. Onu yastığıma sarmak, rüyalarıma kopyalamak isterdim. Güzeldi de, enteresan şeyler oldu, ocakta yemek bırakmış gibi apar topar kalkıp gittik birbirimizden. Nitelikli sevinçler arıyorduk belki, avam mutluluklar değil de. Zor oldu. İçimden parça
lar kopmuş gibi hissettim uzun bir süre. Sonra basamaklar sildim zorlukların merdivenlerinden. Kafamdaki soru işaretlerini banyodaki dolabın üzerinde sessiz ve kararlı duran yumuşatıcıyla besledim. Avuçlarımın sıcaklığını başka bir elde aramaktan vazgeçtim. O günden beri: hayattaki ince çizgilerin varlığına, çöp kutusundan fırlayan kedilere, karmaşık yemeklere ve Fenerbahçe'ye duyduğum nefretleri toplayıp içimde sevgiye çevirip sunabildiğim, yani demek istediğim; -o kadar- yoğun sevdiğim kimse olamıyor. "Hep" aynı, "hiç" değişmiyor.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Zeferin mağlubiyeti...



Şu ayrılık durumlarında eğlenceli olan şey, insanların kendilerini yeni baştan kurmaları olsa gerek o hararetle. "Ben şöyle biriyim", "böyle bir insanım", "hayatı şöyle yaşarım", "şunları beklerim", "bunları umarım". Hafiften külhanbeyi, "umurumda değil" kesmeler, şairane ama sözde en dürüst hallerle süslenmiş heyheyleşmeler. Yüz farklı manaya çekilebilecek son cümleler; işte budur benim benliğim. Filadelfiya filmindeki Tom Hanks tiradı misali, bir de Maria Callas Fona. En güzeli neden en sona saklanır ki? İşler yolundayken de keyif almalı bu ruh dökümlerinden. Ama sanırım işler yolundayken ruha pek gerek yok, ten ve oradalık kafi. Her şeyin tersine ve bazen düzüne ama her ne olursa olsun sanki olmadığı anda bile olduğu ve olduğundaysa, "böyle olmamalı"nın gaspına uğradığı bu uygarlık arenasında yenilgi ve zafer iç içe giriyor ve kaçınılmaz olan her seferinde tekrardan kaçınılmaz olup bir şey olmaya başlıyordu. - Karalamış oldum sanırım. Sigaranın ruhuna bir el fatiha ve "bat paris, bat!" diyelim öyleyse.

27 Nisan 2012 Cuma

"Af" ve "Et"ten duvarlarımız.

Kendini affetmek.
Kabullenme ve sabretme ile başlar bu süreç.
İlk başta kendine karşı bir kızgınlığın varsa buna ket vurmasını bileceksin. Sen de bir insansın ve hatalar yaptın, belki de aynı hataları defalarca tekrarladın. Olsun, madem kendini affetmeye karar verdin, bunu gerçekleştirmek için önce bir insan olduğunu, zayıflıklarını, hayatının bazı evrelerinde sana yakışmadığını düşündüğün şeyler yaptığını kabul et. Bunu kabul ederken de şunu düşün; bu davranışlar sayesinde doğru olanı buldun şu an. Çünkü bugüne kadar hep doğru olanı yapmış kimse yoktur. Geçmişteki hataların senin şimdiki doğrularını tanımlamanı sağladı, bunu unutma.
Hayat bazen çok boktan, bunu kabul edeceksin. Bazen hiç istemediğin yerde, hiç istemediğin kimselerle olmak zorunda kalacaksın, hiç istemediğin işleri bitirmek için sabahlayacaksın. Bu sıkıntıların arasında kendine açıklayamayacağın, aslında normalde hiç yapmayacağın ancak o esnada bir nebze rahatlayacağını düşündüğün bencilliklerin altına imzanı atacaksın. Oldu bütün bunlar, ileride de çok farklı şekillerde yine başına gelebilir belki. Ancak bırak bunların peşini artık, ölenle ölünmediği gibi, olmuşa bitmişe de çare yok. Ölüm var oldukça kesinlik ve netlikten uzak hayat, bunu kabul et. “Hayatta yapmam” demekten vazgeç. Olabilecekleri, yapabileceklerini iyisiyle kötüsüyle kabul et, ama yok yere de endişe etme.
Her an sırtını dayayabileceğin sağlam duvarlar yok, tek başınasın, yanında yamacında kim olursa olsun yalnızsın, bunu anla ve içine sindir. Ama bu demek değil ki, yarından itibaren tek başına, bencil biri gibi yaşamalısın. Ne olursa olsun, artık hata yapabileceğini anlaman gerek. Bunu anladıktan sonra, daha zor bir kısım seni bekliyor. Sabretmeyi öğrenmelisin. Kendini affetmeyi seçtin ve hata yapabileceğini kabul ettin. Ancak acını yaşamalısın öncelikle. Herkes kendi ölçeğinde bir ceza sistemi uygular kendine. Yaptığı hataları unutmaz vicdan dediğimiz şey. Rüyalarında yakalar seni, boğazına sarılır, nefessiz bırakır. Aslında sana söylemek istediği şudur; “bu yaptıklarından sonra bir süre cezalısın.” İşte o süreyi ona vermelisin. Acını, cezanı çekmelisin ve bunu mümkün mertebe tek başına başarmalısın.
Kendine zaman ayır, sorgulamayı bırak ve sakin olmaya bak. Yeter miktarda zaman verdiğinde artık yaşaman gerektiğine karar vereceksin zaten. Bir sabah şarkı söylerken bulacaksın kendini banyoda. İşte o zaman cezan bitmiştir, geçmiş olsun. Ardından ne mi oluyor? Önce göğsündeki o yumru gidiyor, yüzüne bir gülümseme geliyor. Sevdiğin şeyleri yaparken buluyorsun kendini. Hayatına da üç vakte kadar biri giriyor ve evlenip mutlu oluyorsunuz.

10 Nisan 2012 Salı

İnsanlar alemi.

Korkular insanları Matrix’e bağlayan, ense kökünden giren jug’a benziyor. Çok az kişi bu rüyadan ayılmanın yollarını arıyor, büyük çoğunluk durumun farkında bile değil, hiçbir şey vaadetmeyen bu çizgiyi, değiştirilemez kaderleri sanıyorlar. Bitmeyen iş günleri, alınan eşyalar, borçlar, faizler, faturalar, vergiler, evler, arabalar ve neredeyse yaşanmamış bir hayat. Peki bu insanları bu kısırdöngüde tutan ne? Bu, tüm çapraşık hikayeye rağmen tek bir cümleye kadar indirgenebilecek bir soru: İnsanlar hayatlarının önemli olduğuna inanıyorlar. Bu yüzden değişimle gelecek riskleri almaktan korkuyorlar. Neredeyse herkesin rutinle, mesaiyle ilgili farklı şiddette huzursuzlukları var; ancak çok azımız çizgisini kırmayı düşünüyor. Çünkü en sevilmez halindeyken bile, hayat riske atılmayacak kadar değerlidir.
Tesadüfen bir araya gelmiş iki tane üreme hücresinin bölüne bölüne oluşturduğu hiçten gelen altı milyar organizmadan biri, sürdürmekte olduğu hayatı önemsiyor. Neden? Çünkü “önemsemek” fiilini kullanabilen bir benliği bile var. Kendisini “birisi” sanıyor. Bir ismi var, toplumda onu tanıyan insanlar var, hayatın içinde bir rolü var, hepsinden önemlisi, kendine dair bir algısı var, “ben” diyor. Ve aslında onu, kendisi gibi algılayan başka bir insan yok. Algısında öyle yalnız ki, bir fark etse küçük bir aydınlanma krizi yaşayabilir. Ama fark etmiyor, çünkü jug enseye takılı, daha evler, arabalar alacak, tatillere çıkacak, bir eş bulup yeni organizmaların, yeni kölelerin oluşmasına aracılık edecek. Hepimizin hayatı öyle önemli ki, kimsenin berduşluk etmeye, serserilikle, aylaklıkla bu yüz milyon kere çekilmiş amerikan filmini riske etmeye niyeti yok.
Senin “hayatım” dediğin şey daha önce çok kez yaşandı ve şu anda milyonlarca insanın yaşadığının aynısı. Huzursuzluğunu, bu işte bir terslik olduğunu, bir zombiye, bir robota benzediğini fark etmiyor musun? Biliyorum, seni işe götüren o otobüsten, metrodan inmek, içinde olduğun boğucu ofisten çıkmak, elindeki konforu, kredi kartlarını, kirasını ödemekte olduğun evini kaybetmek demek. Peki ne fark eder? Belki her şey olabilecek en kötü şekilde gider ve daha çabuk yalnızlaşıp ölürsün; ama bu en kötü senaryoda bile ölüm anına kadar “hayatım” diyebileceğin bir süreci yaşamış olursun. Hiç yaşamadan ölmeyi göze alabiliyorsan, kapitalist rüyaya devam; elektronik eşyaların, sıcak evin, varsa araban, internetin, bin tane mercekli dijital fotoğraf makinan, “sen” olduğunu sandığın kişiyle diyaloğa giren tanıdıkların, beklenti dolu ailen, sizi kim bilir hangi filme yakıştıran sevgilin ve daha binlerce uyuşturucun emrinde. Matrix güzel.