20 Ekim 2013 Pazar

Patetik Portre




Salt serotonin miydi aşk yoksa frontal devrelerdeki kompleks bir alevlenme mi bilmiyorum ama nefes kestiğini biliyorum. İştah azalttığını, yüz kızarttığını, dikkat dağıttığını, aptal aptal gülümsettiğini, el titrettiğini, göz kararttığını, sabır zorladığını biliyorum.

İlk görüşte olduğuna pek inanmam ben. Çünkü varoluşunun en yegane temeli yaşanmışlıklar olmalı ve onlara prefrontal korteksin atfettikleri. Sonra hatlar karışmaya başlar ve kimlik bölünür. Sanki bir parçanız birine emanet verilmiş de yerine ondan bir parça alınmış gibi. İpotek gibidir bazen, teslim oluşları da içerir. Gözünüzden sakındığınız şey aslında en kırılgan parçanız halini alır da o aslında size ait bile değildir.

Boş bir hayata anlam katabilir, havada kalan birçok yanınızın yerine oturmasını sağlayabilir. Hem çocuklaştırıp hem olgunlaştıran, hem darmaduman edip hem mutluluktan göklere çıkaran başka ne vardır ki yeryüzünde? Biri içinizde hem havai fişekler patlatıp hem alabildiğine bıçaklayabilir mi iç organlarınızı? Mümkün müdür hem alayına isyan, hem hipervijilans? Ağaca, çiçeğe gülümsemek; kafanı daha düne kadar karıştıran sorunlara koy götüne diyebilmek nasıl bir fizyolojinin ürünüdür? Öyle bir illet ki, birlikte yaşamaya mahkum bir parazit gibi göğsünüzün orta hattının 1/3 sağında. Ne simultane vurmakta kalbinizle, ne de özgürlüğünü ilan etmekte. Canınıza tatlı tatlı okumakta her daim.

Çoğu kişi aradığı aşkı bulamayıp, o duyguyu yakalayamadan geçen bir hayatın temelsizliğini itiraf edemeden kendi sessizliğine çekiliyor. Geri kalan çoğu, diğer yarılarına birkaç beden ya da birkaç şehir geç kalıyor. Kimileri ise tam yerinde ve zamanında aşkı bulup, hayatlarının son eksik puzzle parçasını da tamamlayacak kadar şanslı.

Eğer ciğerlerini bir tek onun kokusu doldursun istediğin bir ten çıktıysa karşına, onun kokusunu sana taşımayan her nefesin eksik geliyorsa ciğerlerine, eğer ona yakınken kendi varlığından milyonlarca ışık yılı uzaktaymışsın gibi hissediyorsan; bedenlerinizin son sinirine, kanlarınızın ritmine, yaradılışlarınızın son titreşimine varıncaya kadar aşıksanız; yani demek istediğim, o denli şanslıysanız, kaşık pozisyonunda yatın kalkın ve kalbine bir çöp(m)adam bile çizemeyenler için sahip olduğunuz şeyin değerini bilin.

Bahtsızlık diye doğuştan gelen sinir bozucu bir hastalığı olanlar, günlerini bacasından sigara dumanı tüten bir evde o gün hangi eski 45'liği dinleyeceklerini, şehirlerin akrabalık ilişkilerini ve cinsiyetlerini, herkes bir renk olsaydı hangi renk olacaklarını düşünüp, çaylarının olmayan şekerini karıştırarak geçirmeye devam edecekler.

4 Ekim 2013 Cuma

Aslında bir konu var.



Diyorum ki, keşke insanların görüntüleri kişiliklerine göre şekillenebilseydi. Öyle ya, her bebek doğduğunda en güzellerin güzelidir, zaman içinde eğer iki yüzlü olarak yetiştirilecekse ikinci bir kafası daha çıkabilseydi omzunun üzerinden, kalbi ne kadar kötüyse o kadar kırmızı olabilseydi gözleri mesela, ya da ne kadar çıkar sahibiyse o kadar buruşabilseydi dudakları. O zaman yüzü güzel, içi çirkin - içi güzel, yüzü çirkinlerin eşitliği daha adil olmaz mıydı?

Biz aldanır mıydık o zaman? Ya da çirkinleşeceğimizi bile bile kötü kalpli olmayı tercih eder miydik? Tüm bunlar sana "çocukça" mı geliyor? İyi zaten ben küçüklüğüme, güllerin önemsendiği, yıldızların gülümsediği, koyunların evcilleştirildiği Küçük Prens’li gezegen imgeme geri dönmek istiyorum. Çünkü dünya bugün çok kirli. İnsanlar radarı geçince hızlanan araba piçliğindeler. Burada kimseyi sevemiyorum. İzin verilmiyor.

Hala yaptığım şeyleri inkar etmek konusunda onların becerilerine erişemedim. Vazoyu kıran çocuğun suçunu gözlerinden anlamaz mısın? Ben hala o gözlere sahibim. Kötülükler ve inatlaşmalar gözümün önünde onlara ne kadar mutluluk getirirse getirsin, ben mutsuzluklarımın temizliğiyle övüneceğim.

Belki bundan yıllar sonra bile dünyanın kirliliğinden bahsediyor olacağım, aynı şeyleri tekrarlayarak ölüp gideceğim ama arkamdan titreyen dudaklarıyla "Ne iyi insandı" diyecekler.

Biliyorum, öyle diyecekler.